Gamze Melâl Tokay
gamzemelal@gmail.com
Vatandaş Uyuma Sermayene Sahip Çık!
27 Ocak 2012 Cuma Saat 22:28

Bizim zamanımızda "on beş tatil" denirdi efendim, fakat fevkalade hızlı modern(!)leşen -yozlaşan mı demeliydim?- dilimize "sömestr" sözcüğünü ite kaka soktuğumuzdan beri, pek hükmü kalmadı "on beş" tatilin: velev ki hepimiz "sömestr" dayız...

    Zaten milletçe hepimiz bir şeyler olmaya meyilli hallerdeyiz şu aralar.. Kâh "hepimiz ermeni" oluyoruz kâh hepimiz bilmem ne, hepimiz sömestrda olmuşuz çok mu?

    Eğitim öğretim yılının bir dönemini daha bitirmiş bulunuyoruz,."Yarın karnemde matematik kaç gelecek acaba?" diye perşembe gecesinden karnına ağrılar giren son nesil bizlerdik sanıyorum. Bizden sonra e-okul diye bir icat çıkardılar,  okullar kapanmadan bir hafta önce internet üzerinden teker teker öğrenilir oldu zayıflar pekiyiler... Hâl böyle olunca karne denen kağıt parçasını da bir hükmü heyecanı kalmadı amma gün gündür, yaşasın karne günü.

    Derdim, "bizim oğlan taktir getirdi sizin kız na yaptı" tarzı komşu çekişmeli evlat yarıştırmalı muhabbetler yapmak değil elbette. Her zaman olduğu gibi derdim başka...

     Efendim, bencileyin gârib kardeşiniz,Ankara'nın şehir merkezine 35 kilometre kuzeybatısında, neredeyse Bolu dağının eteklerinde ikamet ettiğimden mütevvellid,zorunlu hâller dışında pek yolum düşmez Kızılay denen merkezî yerleşkeye... İnsan beşer bazen şaşar demişler... Beşer şaşar insanı vezir de rezil de yapabilme yetisine sahip "arkadaş"lık müessesesi o gün aleyhime çalıştı, uyduk imama "Kızılay'da toplanalım eskilerden hasbihal edelim" diye plan yaptık kalabalık bir grup olarak.

   Ana haber bültenlerinde gördüğünüz kar haberlerini, Dikmen Vadisi'nden çekim yapıp "kar çilesini" tadı çıkarılası bir şey olarak sunan TRT muhabirlerini unutun rica edeceğim... Zira,evimin önünden Kızılay'a uzanan 1,5 saatlik çileli yolculuğumda kazın ayağının hiç de öyle olmadığını iliklerime kadar hissettim. Lakin rahmettir, berekettir, "Estağfurtoobe"mizi de cümlemize iliştirip öyle devam edelim muhabbete...

   Yolculuk boyunca "derdin ne idi şu kışta kıyamette e fuşki yeyan, sanki Trabzonspor'un maçı var,Allah Allah, oturamadın mı sıcacık evinde!" diye mızırdanıp duruyorken kendi kendime, kararımdaki tek pürüzün çetin hava koşulları olduğunu düşünmüştüm.. Atladığım öyle bir konu vardı ki ancak muavinin "son durak güvenpaaarrkk" diye haykırışından sonra dank etti kafama : "Eyvah! Hepimiz sömestr'daydık"

   Ne var bunda diyen sevgili okurlar,  kapitalizmin dişlileri arasında çatır çatır ezildiğimizi, çılgın bir tüketim toplumuna dönüşerek akşamlara sabahlara kadar çalışıp kazandığımız üç kuruş sermayeyi amerikan mallarına "sıvamayı" erdem sandığımızı bir an için unutmuş olduklarından özenilesi haldeler... Fakat kral çıplak demeliyim!

    Evet, on beş tatilin birinci günü durum Ankara'da aynen böyleydi... Tatildeki çocuklarının elinden tutmuş anne babalar alışveriş merkezlerini talan etmiş haldeydiler. Bizim zamanımızda en kıyak karne hediyesi bisiklet ya da lahana bebekti ama kabul etmeliyiz : devir değişiyordu...

    Bendeki saflığa bakın ki, hava soğuk olduğundan dışarıda beklemeyeyim diye yeni açılan çook katlı "kızılay alışveriş merkezine" sığınayım dedim...Keşke dışarıda kalsaymışım...Çanta kontrolü, ötüşken kapılardan geçiş filan derken,merkeze girişim 15 dakikayı buldu ki ben havaalanında dahi böyle bagaj beklendiğini bilmem...

   İçerideki manzara korkunçtu : Karne hediyesi almak için teknoloji mağazalarının önünde uzun kuyruklar oluşturan anne babalar, "piiespii"sine kavuşacağı için mutlu oğlan çocukları , en dokunmatiğinden afilli telefonuyla nasıl hava atacağının hayalinde yeniyetme kız çocukları, devasa Koton poşetleri içindeki tiril tiril elbiseleri taşıyan kadınlar, ve onların alışverişten yorulunca, sıkılınca,acıkınca mekdanıldstan böörgır'dan yemek(!) yemeleri, starbakstan içtikleri kahve...

      Uzunca bir süre bu çıldırmış toplumu izledim. Post makinelerinden vızır vızır geçen manyetik kredi kartları, yumuşak tuşlara dokunarak şifre giren biyolojik organizmalar, ihtiyaç-istek kavramlarının birbirleriyle olan kıyasıya rekabeti beni aldı kopardı ortamdan... Sanki "I Want You" diyen Sam Amcanın askerleri, fedaileriydik hepimiz... Büyük bir aşkla ve istekle kapitalizme hizmet ediyorduk boynumuz kıldan ince...  Savaşmıyorduk belki ama tüketiyorduk çılgınca... Mesaj belliydi : Parayı kazan livays giy , parayı kazan marlboro iç, parayı kazan BMW'ye bin...

    Fedaileri ve hizmetlerini izlemeye dalmışken cep telefonuma gelen "biz geldik,sbarro'dayız nerdesin?" mesajı ile irkildim. Sbarro nedir? Benim annem babam  nenem dedem bilir mi sbarroyu? Sahi, yenilir mi içilir mi bu sbarro? Öğrendim ki  Pizzacıymış efendim.. Derhal ekibi topladım oradan, güzel bir Yozgat Tandır Kebapçısına gittik,atamızdan dedemizden gördüğümüz üzre lokum gibi kebabımızı yedik,yanında  künefesiyle,bol köpüklü ayranıyla...

    Mekan sahibi 4 göbekten tandırcı Yozgatlı bir abimiz... (Mekdanıldsın sahibi kim acaba? Yaa bilmiyorsunuz işte! ) Dükkandan çıkarken damarlarımızda taşıdığımız asil kana karışan iki şey vardı : biri yediğimiz kebabın vitamini ve elbette diğeri,  Türk sermayesi kazansın inancına ettiğimiz hizmetin gururu...

   Sam amcayı biraz kızdırdık gerçi ama olsun... Biz "Yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı" felsefesini savunan III. Selim'in torunlarıyız... Biz "manda ve himayeyi", "sömürgeciliği" hiç bir şart ve şekilde kabul etmeyen Mustafa Kemal'in Evlatlarıyız! 

Bre hey!